Bir insanın işleyebileceği en büyük suç önceden planlayarak başka bir insanın canını almak, diğer bir ifadeyle cinayettir.
Bundan daha kötüsü ise bir katilin, cinayet eyleminden hastalıklı bir zevk almasıdır. Dehşet verici bu gerçeklere rağmen seri katil filmleri pek çok insanın favori film türüdür.
Bu kişilerin cinayet motivasyonlarını, cinayet yöntemlerini öğrenmek pek çok insan için büyük bir merak unsurudur. Bu yüzden sinema tarihi, ilk günden bu yana bu konuya eğilmeye devam etmektedir. Sayısız seri katil filmi bulunmaktadır, ancak bu filmlerden bazıları bugün kült filmler haline gelmiş durumdadır. Zira yönetmenler seri katil hikayelerine yönelik sürekli yeni perspektifler e hikayeler yaratmışlardır.
Şimdi isterseniz sinema tarihininde önemli yer tutan bazı seri katil filmleri hakkında biraz daha detaylı bilgi edinelim ve bu filmlerden en öne çıkanlara göz atalım!
Copycat (Yönetmen: Jon Amiel, 1995)
Taklit etmenin, en samimi yalakalık olduğu söylenir. Bu da seri katil Peter Folley’in (William McNamara) düşünme yapısı olsa gerek. Foley, bir dizi cinayet işleyerek suç tarihine geçmek isteyen bir seri katildir. Ancak kendinden önceki seri katillerden Jeffrey Dahmer ve Ted Bundy’nin yöntemlerini kullanarak onlara selam çakmayı da ihmal etmeyen hastalıklı bir insandır.
Copycat filmini bu kadar özgün kılan şey, filmdeki seri katilin gerçek hayattaki seri katillerin yöntemlerini uygulamasıdır. Bu bağlamda bu filmin Amerikan seri katil tarihine yönelik bir belgesel havası olduğu da pekala söylenebilir. Filmin ana karakteri katil Foley ünlü olmak ve insanlar tarafından tanınmak için cinayet işlemektedir.
Filmde gerçek seri katillerin de görüntülerinin yer alması bu filmi daha da ürkütücü hale getiriyor. Filmin tekinsiz müziği ise insanın tüylerini tam anlamıyla diken diken edecek düzeyde.
Copycat filminin hak ettiği kadar ilgi görmemesi oldukça bahtsız bir durum. Keza filmin başrol oyuncusu William McNamara’nın da kariyerinde atılım gösterememiş olması, bu filmdeki şahane performansıyla büyük bir tezat gösteriyor.
Taking Lives (D.J. Caruso, 2004)
Herkes başka birinin hayatını yaşamanın nasıl bir şey olduğunu merak eder. Bu durumun karanlık yanı ise başka birinin kişiliğini çalmak ve kimliği çalınan kişiyi öldürmektir. Taking Lives filminde de buna benzer bir konu işleniyor. Ana karakter, kendisine fiziksel olarak benzeyen birini öldürüyor ve onun yerine geçerek yeni bir hayat sürüyor.
Angelina Jolie ve Ethan Hawke’ın yer aldığı filmde Angelina Jolie seri katilin izini süren bir dedektif rolünü canlandırıyor. The Salton Sea adlı 2002 tarihli suç filmiyle şahane bir film yapan D.J. Caruso bu filmde de kendine has görsel tarzıyla izleyicileri huzursuz eden bir atmosfer oluşturmayı başarıyor.
2004 yılında vizyona giren film seyirciler ve eleştirmenlerden farklı yorumlar aldı. Ancak esas vurgu filmin dehşet verici olduğu yönünde. Bir kişinin kredi kartı bilgilerini çalmak bile yeterince kötüyken masum bir insanın hayatını ve kişiliğini çalmanın ne kadar berbat bir şey olduğunu hayal edin… İşte bu nedenle Taking Lives feci halde ürkütücü bir film.
Cruising (William Friedkin, 1980)
Cinayet her zaman eşcinsellik gibi tartışmalı bir konu olmuştur. Pek çok kişi özellikle dinsel nedenlerle eşcinsellere karşı sert tavır almıştır. Yönetmen Willian Friedkin de bu filmde cinayet ve eşcinsellik temalarını aynı potada birleştiriyor.
Cruising’de seri katil New York’taki bir gay barda eşcinsel bir adamı adamı öldürüyor. Genç polis Steve Burns de (Al Pacino) bu olayı aydınlatmak için gay barlarda takılmaya başlıyor. Ancak Burns görünüşü itibarıyla tam da bu cinayeti gerçekleştiren katil gibi bir izlenim bırakıyor insanlarda.
Özellikle gay bar ve cinsellik görüntüleri nedeniyle olay yaratan film cinayet, New York gece hayatı ve sürekli karanlık çekimleriyle oldukça tartışma yaratan bir film esasında. Ancak maalesef ki tartışmalı bu yönetmenin kariyerinin sonunu hazırlayan bir film olarak değerlendiriliyor.
Yönetmenin daha önceki The Exorcist ve The French Connection filmlerinden esintiler taşıyan bu filmde Al Pacino’nun gittikçe akıl sağlığını yitiren bir genç polisi canlandırışı ise oldukça etkileyici. Özetle bu filmde “underrated” yani diğer bir ifadeyle hak ettiği ilgiyi görmeyen bir film diyebiliriz.
Natural Born Killers (Oliver Stone, 1994)
Oliver Stone, 1980-1990 yıllarındaki filmlerinde hep tartışmalı konulara yer verdi. Natural Born Killer ise bu filmlerin şüphesiz başında geliyor. Senaryosu Quentin Tarantino tarafından yazılan bu film, Oliver Stone tarafından revize edildi. Ancak yine de filmeki çarpıcı sahnelerin Tarantino elinden çıktığı çok beli oluyor. Tarantino’nun şiddeti ve Stone’un toplu eleştirisi nedeniyle bu film hazmetmesi pek kolay bir film denebilir. (Bu arada Quentin Tarantino hakkındaki yazımıza da mutlaka göz atmalısınız!)
Başı belada olan genç çift Mickey (Woody Harrelson) ve Mallory Knox (Juliette Lewis) yollarda gezerek masum insanları sırf keyif için katletmektedirler. Çocukken tacize uğradıkları için insanlardan nefret eden çiftin peşinde hem polis hem de gazeteciler vardır. Katillerin perspektifinden anlatılan filmde seri katillerin medyada yansıtılışına dair eleştiriler de söz konusu. Yani filmde seri katillerin ikonlaştırılmasına dair bazı göndermeler bulunuyor.
Filmi ürkütücü kılan unsurların başında ise seri katillerin rastgele cinayet işlemeleri. Yani ikili önceden hiçbir plan yapmadan rastgele insanları öldürmekte, daha bir kişiye kasten zarar vermemektedirler. Bunu da kendi ünlerinin ülke genelinde yayılması ve bilinmesi amacıyla yapmaktadırlar.
İnsanların keyif için cinayet işlemesini antik Romalıların, gladyatör dövüşlerine benzetebiliriz. İnsanlar her zaman seri katillerden korkmuşlar ama aynı zamanda bu kişilere karşı ilginç bir heyecan beslemişlerdir. Bu da insan doğasının şiddete karşı olan ikili yapısını göstermektedir.
Velhasıl, sırf Woody Harrelson’un oyunculuğu için bile izlenebilir bu kült film.
Kalifornia (Dominic Sena, 1993)
Seri katil efsaneleri insanları daima büyülemiştir. Tabii bu kişiler kendi hayatlarında bir gün bir seri katilin kendilerine musallat olacağını akıllarına dahi getirmeyen kişilerdir. Bu filmde fotoğrafçı Brian (David Duchovny) ve kız arkadaşı Carrie (Michelle Forbes) üzerinde çalıştıkları bir kitap için seri katillerin hayatını araştırmaktadırlar. Ancak bir seri katilin kendilerini hedef almayacağına da yürekten inanmaktadırlar. Ancak işler hiç de sandıkları gibi gitmeyecektir…
İkili Pennsylvania’dan California’ya kadar ABD’deki ünlü seri katillerin izini sürerler. Ancak yolda tanıştıkları Early (Brad Pitt) adlı kişinin gerçek bir seri katil olduğundan bihaberdirler. Early ve masum kız arkadaşı Adele (Juliette Lewis) yolda karşılaştıkları insanlara zarar veren bir çifttir ve sonunda Brian ve Carrie ile tanışırlar. Natural Born Killers filminde olduğu gibi Adele de sabıkalı bir adamın yanında sürüklediği saf bir kadın rolündedir.
Kalifornia 90’lı yılların önemli filmlerinden biridir ve seri katillerin düşünce yapısını görmek bakımından izlenmesi gereken kült bir filmdir.
Monster (Patty Jenkins, 2003)
Adından da anlaşılacağı üzere Monster (Canavar) işlediği dehşet verici suçlar yüzünden bu adı almış bir seri katilin hayatını konu ediniyor. Ancak filmin adı yanıltmasın, bu filmdeki canavar, sonradan canavarlaşan bir kadın.
Hayat kadını Aileen Wuornos (Charlize Theron) onu taciz eden ve onu kullanan kötü bir adamla birliktedir. Bu yüzden Aileen erkeklere karşı büyük bir kinle dolar. Birlikte olduğu bir başka adam tarafından tecavüze uğraması üzerine nefs-i müdaafa adına bu kişiyi öldürür. Sabıkası ve belli bir mesleği olmaması nedeniyle hayat kadınlığına tekrar dönen bu kadın, artık kendisine iyi davranan erkekleri bile soyup öldürmeye başlamıştır.
Monster, bir katilin bakış açısından anlatılan bir filmdir. Alileen işlediği cinayetlerin gerekçesi olarak tüm erkeklerin onu incitmeye çalıştığını ileri sürer. Zor bir çocukluk ile lezbiyen olması nedeniyle uğradığı ayrımcılık onu adeta suç dünyasına itmektedir.
Gerçek bir hikayeye dayalı olması filmi daha dehşet verici bir hale getirirken Charlize Theron bu filmdeki performansı nedeniyle 2004 yılında En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar ödülü kazanmıştır.
Seven (David Fincher, 1995)
David Fincher, dünya sinemasının en önde gelen isimlerinden biri. Özellikle gerilim alanında şahane işler çıkaran Fincher’ın ilk seri katil filmi ise Seven.
Seven’da her maktül, İncil’de yer alan 7 büyük günahı işlediği için katledilmektedir. Her maktül, işlediği suça benzer bir biçimde “cezalandırılarak” öldürülmektedir. Sözgelimi, obez bir karakter midesi patlayana kadar yemek yedirilerek öldürülmüştür. Hayat kadını, genital bölgesi defalarca bıçaklanarak öldürülmüştür.
10 Emir’de yer alan “Öldürmeyeceksin” ifadesini hiçe sayan bu John Doe (Kevin Spacey) ise aslında kendiyle çelişmektedir. “Amaç aracı meşru kılar.” gibi düşünceye sahiptir yani John Doe.
Pek çok toplum günahkar insanları lanetlemesine karşın bu filmde modern toplumun aslında günah işleyen insanlara eskiye nazaran daha az umursaması söz konusudur. Seven, bir seri katil filmi olmasına rağmen modern dünya ve özellikle günümüz Amerika’sına dair de çarpıcı tespitler sunmaktadır.
Filmde cinayetlerin işlenişi gösterilmemektedir ve seyirciler olarak dedektiflerin bu cinayetleri araştırmasını izlemekteyiz. David Fincher’ın karanlık görüntüleri izleyiciyi ekrana daha bir bağlarken Morgan Freeman, Brad Pitt ve Kevin Spacey’in performansları ise göz doldurmaktadır.
Psycho (Alfred Hitchcock, 1960)
Bernard Herrman’ın tüyler ürpertici müziklerini duyunca hemen bu film akla gelir. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olan Psycho, Alfred Hitchcock’un ilk korku filmidir ve ona finansal anlamda büyük bir başarı sağlamıştır.
Kız kardeşini kaybeden Lila (Vera Miles) ve sevgilisi Sam (John Gavin) onu aramak için yollara düşerler. Geceyi geçirmek için buldukları Bates Motel’de oteli işleten esrarengiz bir genç olan Norman (Anthony Perkins) ve annesiyle tanışırlar.
Hitchcock bu filmde pek çok temayı yansıtmıştır. Gölgeler insanların yüzüne vurur ve bu durum ürkütücü bir tekinsizlik yaratır. Şiddet ve cinsel unsurları filminde harmanlayan Hitchcock, bu filmde seri katil janrının önünü açarak Halloween, The Texas Chainsaw Massacre gibi filmlere ilham kaynağı olmuştur.
(Bu arada Alfrey Hitchcock hakkındaki yazımızı okumayı da unutmayın!)
The Silence of the Lambs (Jonathan Demme, 1991)
Thomas Harris’in aynı adlı romanında uyarlanan Kuzuların Sessizliği, insan eti yiyen Lector’un hayatını konu alıyor. Bu karakteri Anthony Hopkins ile özdeşleştirmiş olsak bile 1986 yapımı Manhunter filminde de yine Lector rolünü oynayan Brian Cox, performansı nedeniyle en iyi aktör Oscar’ını kazanmıştır.
Clarice Starling (Jodie Foster) öldürdüğü insanların derisini yüzen Buffalo Bill adındaki bir seri katilin izini süren bir polistir. Üstleri Starling’e insan eti yiyen psikolog Lector ile görüşmesini söylerler. Zira Lector’un bu konu hakkında derin bilgileri olduğunu düşünmektedirler. Görüşme sonrası esas Lector’un Clarice’i sorgulaması başlar.
Hopkins’in performansının gölgesinde kalsa bile Buffalo Bill’i canlandıran Ted Levine da şahane bir oyunculuk sergilemektedir. Filmin senaristi Ted Tally karakter yaratırken üç farklı gerçek seri katilden ilham almıştır. Ted Bundy, Gary Heidnik ve Ed Gein bu filme ilham olan katillerdir yani. Buffalo Bill’i canlandıran Ted Levine ise bu kişilerin özelliklerini kendinde toplayarak son derece sahici bir performans göstermiştir.
19 milyon dolarlık bütçeyle yapılan film gişede 130 milyon dolar kazanmış ve aynı zamanda en iyi film, en iyi kadın ve erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, en iyi kurgu ve en iyi ses alanında toplam 7 Oscar kazanmıştır.