Orhan Veli, birçoğumuzun hayatına tesadüfen girmiş, tam da yaşamak istediği gibi, güzel karşılaşmalarla ve içten, tanıdık bir duyguyla bir parçamız olmuş, şiirin tanımını bile değiştirmiş bir şair. Birçoğumuzun beraber rakı içebilme şansının olmasını düşlediği bir adam. Güzel bir aşık, keyifli bir işsiz, hep çocuk, daimi muzip…
İşte ulaşabildiğimiz tüm yönleriyle Bir Garip Orhan Veli…
Orhan Veli Kimdir?
Tam adıyla Orhan Veli Kanık, 13 Nisan 1914’te Beykoz’a bağlı Yalıköyü’nde bulunan İshak Ağa Yokuşu’ndaki Çayır Sokağında 9 numaralı konakta dünyaya geldi.
Babası İzmirli bir tüccar olan Fehmi Bey’in oğlu Mehmet Veli, annesi ise Beykozlu Hacı Ahmet Bey’in kızı Fatma Nigâr Hanım idi. İkisini de babalarının adlarıyla tanımamız, o dönemde Soyadı Kanunu’nun henüz yürürlüğe girmemiş olmasından ötürü. Hatta nüfus tezkeresi suretine göre asıl ismi Ahmet Orhan olan şairin babasının adı Veli olduğu için, kendisi bile Soyadı Kanunu’ndan önce Orhan Veli olarak tanındı.
Bir Sanatçının Oğlu
Orhan Veli’nin babası evlendiği sırada Mızıka-yı Hümâyun‘da klarnist idi. Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefi oldu. Veli Kanık, hem bu yeni görevi hem de Musiki Muallim Mektebinde (Ankara Konservatuvarı) armoni profesörü olması dolayısıyla 1923 yılından 1948 yılına kadar Ankara’da yaşadı. Bu dönemde bir süre Ankara Radyosu‘nda müdürlük de yapan Veli Bey, daha sonraki yıllarda İstanbul Konservatuvarında ilmî kurul üyesi ve İstanbul Radyosu‘nda ses uzmanı olarak çalıştı.
Orhan Veli’nin kendisinden küçük iki kardeşi vardı. Bunlar Vatan Gazetesi muhabirlerinden Adnan Veli Kanık ve Füruzan Yolyapandır. Şairin ayrıca, bir yaşında iken Ankara’da vefat ettiği bilinen Ayşe Zerrin isminde bir kız kardeşi de vardır.
Orhan Veli’nin çocukluğu Beykoz, Beşiktaş ve Cihangir’de geçti. Kendisi, hayatı çok farklı sosyal ve ekonomik sınıflarda deneyimleme şansı buldu. Örneğin, yedi yaşındayken Halife Abdülmecit’in Yıldız Sarayı‘nda düzenlediği bir düğünde sünnet edilen Orhan Veli, daha sonra günlerce açlık ve işsizlikle mücadele etmek zorunda kaldı.
Zor Bir Çocukluk
Orhan Veli, çocukluğu süresince bazı hastalıklar ve tehlikeler de yaşadı. Örneğin, beş yaşında yanma tehlikesi geçirdi ve uzun süre tedavi gördü; dokuz yaşında kızamık, on yedi yaşında ise kızıl hastalığına tutulmuştu.Kızkardeşlerinden Ayşe Zerrin, henüz 1 yaşındayken hayatını kaybetti.
Diğer “Garip”lerle Nasıl Tanıştı?
Orhan Veli’nin edebiyata olan merakı ilkokul sıralarında başladı. Bu dönemde Çocuk Dünyası isimli dergide bir hikâyesi basıldı. Ortaokulun yedinci sınıfındayken Oktay Rifat Horozcu ile tanıştı. Birkaç yıl sonra ise bir müsamere sırasında halk evinde Melih Cevdet Anday ile arkadaş oldu. Lisenin ilk yılında muhtemelen çok güzel bir tesadüf eseri edebiyat öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar idi. Tanpınar, öğretmeni olduğu sürece Orhan Veli’ye destek oldu, öğütler verdi ve onu edebiyat konusunda yönlendirdi ve yüreklendirdi.
Hayatı boyunca bir çeşit aşkla bağlı olduğu İstanbul Boğazından kopup Lise için, babasının isteğiyle Ankara’ya taşınan Orhan Veli, edebiyatla olan ebedi dostluğunu hiçbir zaman yarı yolda bırakmadı. Lise döneminde arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le birlikte Sesimiz isimli bir dergi çıkardı. Sanatçının yaşamının bu kısmı aruz vezni kurallarını ve ahengini kavradığı ve ilk şiirlerini yazdığı dönem oldu. Kendisine, “Aruzdan heceden anlamaz, bu yüzden hoppa şiirler yazar.” diyenlerin bilmediği bir ayrıntı da bu olsa gerek.
Bir Kısa Tiyatro Macerası
Orhan Veli Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le beraber devam ettiği eski adıyla Ankara Erkek Lisesi, günümüzdeki adıyla ise Ankara Atatürk Lisesi’nde, tiyatro çalışmalarına da katıldı.
Katıldığı oyunları örneklemeye çalışalım. Mesela, Raşit Rıza’nın oynadığı Aktör Kin oyununda rol aldı. Daha sonra, Ankara Halkevi’nde Ercüment Behzat Lav’ın sahnelediği Ahmet Vefik Paşa’nın Molière’den uyarladığı Zor Nikah‘ta Üstâd-ı Sanî’yi oynayan ünlü şair, Maurice Maeterlinck’in Monna Vanna‘sında ise baba rolünü üstlendi.
Orhan Veli, sonraki yıllarda tiyatro alanındaki çalışmalarına çevirmen olarak devam etti ve şu an bildiğimiz pek çok oyunu Türkçeye kendisi çevirdi.
Yeniden İstanbul
1932 yılında, liseden mezun olan Orhan Veli, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin felsefe bölümüne kaydını yaptırdı. 1935 yılına kadar devam ettiği üniversiteyi ise bitirmedi ve okuldan ayrıldı. İstanbul Üniversitesi’ne giderken bir yandan Galatasaray Lisesi’nde öğretmen yardımcılığı görevini sürdürüyord
u. Hatta Üniversiteden ayrıldıktan sonra bir sene daha bu göreve devam etti.
İstanbul’da tutunamayan bu güzel İstanbul âşığı, daha sonra Ankara’ya dönerek PTT Umum Müdürlüğü, Telgraf İşleri Reisliği, Milletlerarası Nizamlar bürosu gibi yerlerde işe girdi. Ama ne şiiri bir kenara kaldırıp koyabildi, ne de şiir onun peşini bıraktı.
Ankara’da Edebi Serüvenleri Başlıyor!
Ankara’ya döndükten sonra eski arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet’le tekrar bir araya geldi ve bu üçlü, benzer tarzda şiirler yazmaya başladı. 1936 yılında, Nahid Sırrı Örik‘in şiirlerini yayınlatmaları önerisinin ardından, Varlık dergisinde Orhan Veli’nin, Oaristys, Ebabil, Eldorado, Düşüncelerimin Başucunda isimli şiirleri yayınlandı. Dergide, Orhan Veli ve arkadaşları edebiyat dünyasına şöyle tanıtılmıştı:
“Varlık’ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir. Gelecek sayılarımızda onun ve arkadaşları Oktay Rifat, Melih Cevdet ve Mehmet Ali Sel’in şiirimize getirdikleri yeni havayı daha iyi belirtecektir.”
Mehmet Ali Sel, öz be öz Orhan Veli’nin mahlasıydı. Bu mahlası taşıyan diğer şiirleri ve yazıları 1936 – 1942 yılları arasında Varlık’ın yanı sıra İnsan, Ses, Gençlik, Küllük, İnkılâpçı Gençlik dergilerinde basıldı. Orhan Veli, bu dönemin ilk yıllarında yazdığı şiirlerin şekli, yapısı ve içeriği dolayısıyla hece şairi olarak kabul edildi. 1937 yılından sonra ise bu üç kafadar yeni, hatta yepyeni tarzda şiirlerini yayınlamaya başladılar.
Garip Akımı Doğarken
Bu üç kafadar, yeni tardaki şiirleriyle uğraşırlarken, 1939 yılında Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday birlikte oldukça ciddi bir araba kazası geçirdiler. Hatta Orhan Veli, bu olayın sonucunda yirmi gün komada kaldı. Kazanın sebebi, Melih Cevdet’in kontrolünde olan arabanın Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlanmasıydı.
Bu vahim kazanın ardından, sağlıklarına kavuşunca, Oktay Rifat, Melih Cevdet ve orhan Veli, çalışmalarının yeterli olgunluğa eriştiğini düşünüp, 1941 yılının Mayıs ayında Garip seçkisini yayınladılar.
Bu kitapta Orhan Veli’nin yirmi dört şiirinin yanı sıra Melih Cevdet’in on altı, Oktay Rifat’ın ise yirmi bir şiiri vardı. Kitabın içindeki şiirler kadar, hatta biraz daha fazla ses getiren önsözünü ise Orhan Veli yazdı. O önsözün en dikkat çeken cümlelerinden biri ise şuydu:
“Edebiyat tarihinde her yeni cereyan şiire yeni bir hudut getirdi. Bu hududu âzami derecede genişletmek, daha doğrusu, şiiri huduttan kurtarmak bize nasiboldu.”
Birinci Yeni
Bu kitap sonradan Birinci Yeni olarak da anılacak Garip akımının başlangıcı oldu. Garip akımının kurucuları olan bizim üç kafadar, oldukça radikal bir tutumla kendilerinden önce gelen hececilerin ve Ahmet Haşim’in şiirleriyle, Nazım Hikmet’in toplumcu-gerçekçi şiirlerine uygun popüler sayılabilecek kabul görmüş şiir akımlarında yeni şeyler üretmeye çalışmayı tümden reddettiler.
Kitaptaki şiirler ve önsöz edebiyat dünyasında büyük tartışmalara sebep oldu. Özellikle Orhan Veli’nin yazdığı Kitabe-i Seng-i Mezar (Mezar Taşının Kitabesi) adlı şiirindeki dillere destan “Yazık Oldu Süleyman Efendiye” mısrası üzerinde duruldu.
Bu mısrayı kimileri tenkit ederken, kimileri çalıntı olduğunu iddia etti. Bir diğer grup ise Türkçede yazılmış en güzel dizelerden biri olduğunu söyledi. Bu münakaşalar sonucunda mısra çok popüler oldu, hatta Nurullah Ataç’ın deyişi ile “vapurlara, tramvaylara, kahvehanelere kadar” girdi ve bir deyim niteliği kazandı.
KİTABE-İ SENG-İ MEZAR
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah´ın adını,
Günahkar da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendiye
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa olduğunu alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince…
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzîgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yaz işiyle:
´Ölüm Allah´ın emri,
´Ayrılık olmasaydı.´
Şiir Tarihinde Bir Atışma: Orhan Veli – Ahmet Haşim Kavgası
Orhan Veli’nin “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” kadar meşhur olarak gündelik dile giren bir diğer dizesi ise Ahmet Haşim’in “Göllerde bu dem bir kamış olsam” mısrası ile alay etmek için yazdığı “Rakı şişesinde balık olsam” idi.
Ahmet Haşim’le olan tartışmaları ve sataşmaları o kadar ünlüdür ki, hiçbir şekilde sadece bu dizeyle sınırlı değildir. Örneğin Ahmet Haşim’in Karanfil şiirine yazdığı cevap, bugüne dek yapılmış en güçlü karşı çıkışlardan sayılabilir:
KARANFİL
Yârin dudağından getirilmiş
Bir katre âlevdir bu karanfil,
Rûhum acısından bunu bildi!Düştükçe, vurulmuş gibi, yer yer
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervâne kesildi…Ahmet Haşim
Ahmet Haşim’e ait olan bu mısralar, bakın Orhan Veli’nin kaleminden nasıl yeniden dökülüyor:
KARANFİL
Hakkınız var, güzel değildir ihtimal
Mübalağa sanatı kadar
Varşova’da ölmesi on bin kişinin
Ve benzememesi
Bir motörlü kıtanın bir karanfile
‘Yarin dudağından getirilmiş’Orhan Veli
Aralarındaki atışma, elbette burada da bitmedi. Orhan Veli’nin 2016 yılında basımı yapılan ve 1947 – 1950 yılları arasında yazdığı öykülerin toplandığı Hoşgör Köftecisi adlı kitaptaki, İşsizlik isimli öyküde, Ahmet Haşim hayranı biriyle hayalinde uzun uzun kavga eder. Bu öyküyü, sevgili ve rahmetli Müşfik Kenter’in sesinden dinlemek isterseniz, buyrunuz linki:
Orhan Veli’nin Gönlünden Kalemine En Sık Dökülenler
Her şeyin şiire konu edinilebileceğine inanan Orhan Veli ve arkadaşlarının şiire yaptığı en büyük katkılardan biri de bu inançlarını eserlerinde uygulamaları oldu. Bütün inkarlara ve karşı çıkmalara rağmen vazgeçmediler, akımlarını savundular ve yerlerini bileklerinin hakkıyla kazandılar.
Sıradan İnsanlar
Bunun için de ilk olarak sıradan insanı kendilerine konu edindiler. Böylece, eski şiirlerdeki kahramanlaştırılan ideal insan tipinin yıkılmasını sağladılar. Orhan Veli’nin şiirlerinden geçen insanlar, gündelik sorunların peşinde koşan sıradan bir vatandaşlar idi. Bunun da en güzel örneklerinden biri, Zilli Şiir’dir;
Biz memurlar,
Saat dokuzda, saat on ikide, saat beşte,
Biz bizeyizdir caddelerde.
Böyle yazmış yazımızı Ulu Tanrı;
Ya paydos zilini bekleriz,
Ya aybaşını.
Bir başka güzel örnek ise, birçoğumuzun kulağına aşina olan Delikli Şiir olarak verilebilir;
Cep delik, cepken delik,
Kol delik, mintan delik,
Yen delik, kaftan delik,
Kevgir misin be kardeşlik !
Bunların şiire benzemediğini, daha çok düzyazıyı andırdığını söyleyip, Orhan Veli’ye ve arkadaşlarına “şair müsveddesi” diyenlerin sayısı hiç de az değildir. Ancak düz yazıyı önemseyip edebiyata soktuğu için eleştirenlere Orhan Veli şu cevabı vermiştir:
“Hayatından daha büyük manevi ızdırapları olmayan bir insan için nasırın mühim olduğunu telakki ediyorum”.
Toplum Eleştirisi
Sıradan insanların yanı sıra, toplum ve sistem eleştirisi teması da Orhan Veli tarafından sık sık kullanıldı. Fakat Orhan Veli, biraz da muzip karakterinin etkisiyle, bu konuya kendisinden önce bu türün örneklerini veren Namık Kemal, Nazım Hikmet ya da Tevfik Fikret gibi isimlerin aksine ironi ve parodi tekniklerini kullanarak yaklaşmıştır.
Hardalname, Cımbızlı Şiir, Vatan İçin, Bedava ve Kuyruklu Şiir örnek olarak verilebilir, hatta şiirlerinde sadece durum tespiti yapıp herhangi bir ideolojiyi savunmaması sebebiyle sanatçı burjuva şairi olmakla da suçlanmıştır.
Ancak bu suçlamayı yapanlar, muhtemelen Ciğercinin Kedisi ve Sokak Kedisi arasındaki şu küçük atışmadan da habersizlerdir:
KUYRUKLU ŞİİR
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
sen ciğercinin kedisi
ben sokak kedisi;
senin yiyeceğin kalaylı kapta;
benimki aslan ağzında;
sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik
ama seninki de kolay değil, kardeşim;
kolay değil hani;
böyle kuyruk sallamak tanrının günü.
CEVAP
-ciğercinin kedisinden sokak kedisine-
açlıktan bahsediyorsun;
demek ki sen komünistsin.
demek bütün binaları yakan sensin.
istanbul’dakileri sen
ankara’dakileri sen…
sen ne domuzsun, sen!
Aşk
Orhan Veli Dedikodu, Söz, Tahattur, Şanolu Şiir, Sereserpe, Eski Karım, Aşk Resmigeçidi gibi pek çok şiirinde ise aşk ve cinsellik konusunu da işledi.
Çocukluk
Çocukluk bu muzip ruhlu şairin şairin hem Garip öncesi hem de Garip döneminde sık sık kullandığı temalardan biriydi. Bu temanın örnekleri arasında Ağaç, Kuş ve Bulut, Rüya, Robenson sayılabilir. Sanatçının çocuk algısıyla yazdığı şiirlerde duygu tonu diğer şiirlerine göre çok daha yoğundur. Bir de Fena Çocuk, bizden buraya örnek niyetine dursun:
FENA ÇOCUK
mektepten kaçıyorsun,
kuş tutuyorsun,
deniz kenarına gidip
fena çocuklarla konuşuyorsun,
duvarlara fena resimler yapıyorsun
bir şey değil,
beni de baştan çıkaracaksın,
sen ne fena çocuksun.
Bu içi çocuk heyecanlarıyla dolu olan naif şairin işlediği diğer temalar arasında yaşama sevinci (Ne Kadar Güzel, Sokakta Giderken, Güzel Havalar, Birdenbire), savaş (Bizim Gibi, Tereyağı, Gangster), yolculuk (Yolculuk, Seyahat) gelir.
Ayrıca Orhan Veli, Nedim ve Yahya Kemal ile birlikte Türk şiirinin sayılı İstanbul şairlerinden biri kabul edilir.
Orhan Veli ve İstanbul
O’ndan bu kadar bahsedip de İstanbul’a olan sevdasını hakkını vererek anlatmadan geçmek olmaz. Orhan Veli, Urumelihisarı’na oturmuşum; Oturmuş da bir türkü tutturmuşum: ‘İstanbul’un mermer taşları; Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları; Gözlerimden boşanır hicran yaşları; Edalım, Senin yüzünden bu halim” dizeleri ile ve ünlü İstanbul’u Dinliyorum şiiri ile, İstanbul’a olan çaresiz aşkını her fırsatta dile getirmiştir. Onu gözümüzde canlandırmaya çalışınca, ister istemez, Boğaz’a karşı kurulmuş bir masa, birkaç meze, bir kadeh rakı ve karalama kağıtları gelir insanın gözüne.
Bu âşık, bu şair, bu çocuk, bu parasız pulsuz adamın gerçekten yaşamı gibi tesadüfi, sıradan ve kaygısız bir şekilde yaşama veda etmiş olması da oldukça anlamlı. Orhan Veli, o sıralar çalıştığı dergi olan Yaprak‘ın kapanmasının ardından İstanbul’a geri döndü. Aynı yıl 10 Kasım’da bir haftalığına geldiği Ankara’da, belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından hafifçe yaralandı. İki gün sonra İstanbul’a dönen şair, 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirdi ve aceleyle hastaneye kaldırıldı.
Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamadı ve maalesef alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulandı, ancak beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşıldı. Aynı akşam saat 20.00 komaya giren şair, gece 23.20’de komadan çıkamayarak Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata gözlerini yumdu.
Şairin mezarı, gerçek bir sanat eseri idi, ancak daha sonra maalesef “restorasyon” geçirdi.
Yukarıda geçen şiiri vasiyeti kabul edilerek Aşiyan mezarlığına defnedilen şair için, Boğaz’a karşı bir de ufak heykel yaptırıldı. Bu heykelde Boğaz’ı seyreden şairin yanına bir de küçük martı kondu, ağaçların içerisinde sonsuza dek huzurlu hülyalarına dalması tasavvur edildi.
Ancak son günlerde, heykelin etrafı sac levhalarla kapatılmış durumda, çevresindeki yıllardır oranın yerlisi olan ağaçlar ise tek tek kırmızı boyayla belediye tarafından kesilmek üzere işaretlenmiş. Füniküler İstasyonu yapımı için orada gerçekleşecek ağaç ve çevre kıyımına, hiç değilse Orhan Veli’nin hatrına biraz karşı çıkabilmek ne güzel olurdu!
İyi ki geçtin hayatımızdan, iyi ki eğlendin dünyadaki vaktinde. Sana senin şiirinle veda edelim istedik;