İspanyol filmleri hakkında konuşurken Franco rejimini anmak durumundayız. Baskıcı yönetim nedeniyle ülkeye dışarıdan film girmesi yasak olduğu için İspanya sineması kendi imkanları dahilinde yeni ve ilginç denemelere sahne olmuştur. Franco rejiminin bitişinden sonra ise Pedro Almodovar, Alejandro Amenabar, Fernando Trueba, Bigas Luna gibi yönetmenler aracılığı ile bugün bildiğimiz renkli ve özgün İspanyol filmleri dönemi başlamıştır.
İspanyol sinemasının uzun ve çetrefilli tarihi, bu filmleri daha da güçlü kılmayı başarmıştır diyebiliriz yani. Şimdi gelin isterseniz muhakkak izlemeniz gereken bazı İspanyol filmleri hakkında biraz daha detaylı fikir edinelim.
Mar Adentro (Alejandro Amenábar, 2004)
Ülkemizde de oldukça sevilen bir film olan “İçimdeki Deniz”, Ramon Sampedro (Javier Bardem) adındaki bir adamın 28 yıllık ötenazi mücadelesini konu alıyor. Oldukça tartışmalı bir konuyu ele almasına karşın pek çok festivalden ödül alan bu film, aynı zamanda 2004 yılında en iyi yabancı film dalında Oscar ödülü kazandı.
Özellikle Javier Bardem’in etkileyici performansı nedeniyle insanları çok etkileyen bu film, kamuoyunda da ötenazi tartışmalarını alevlendirdiği için bile kıymetlidir diyebiliriz.
Müzikleri ve sinematografisiyle de harikulade olan bu filmi yanlış bir zamanda izlerseniz tornavida yutmuş gibi olabilirsiniz, bizden söylemesi.
Celda 211 (Daniel Morzon, 2009)
Bir hapishanede gardiyan olarak işe başlayan Juan, kendini hapishane isyanının ortasında bulur ve bu isyandan sağ çıkabilmek için mahkum rolü yapar. Sonra olaylar gelişir… (Daha fazlası spoiler’a girer çünkü…)
Ham ve gerçekçi görüntülerin ve oyunculukların yer aldığı Celda 211, bir hapishanedeki yaşamı ve mahkumlarla muhatap olan gardiyanların psikolojisini son derece gerçekçi bir üslupla yansıttığı için oldukça başarılı bir filmdir.
Eğer son zamanlarda canınız şahane bir dram ve gerilim filmi izlemek istiyorsa bu film derdinize derman olacaktır.
Cambio de sexo (Vicente Aranda, 1977)
Franco’nun ölümünden sonra çekilen bu filmde İspanya’nın değişen politik çehresine yönelik referanslar mevcuttur.
Genç kadın Jose Maria (Victoria Abril) baskıcı ve aşırı milliyetçi baba evinden kaçarak transseksüel kişilerin yer aldığı bir tiyatroya gider. Jose Maria bu özgürlükçü kasabada kendi öz kimliğini bulur. Filmin Türkçe adının da “Cinsiyet Değişimi” olduğunu belirtelim.
Franco’nun ölümüyle İspanya’nın daha özgür ve daha global bir yer olması nedeniyle İspanya da tıpkı Jose Maria gibi kendi küllerinden tekrar doğmuştur denebilir.
[REC] (Jaume Balagueró and Paco Plaza, 2007)
[REC] esaslı bir korku filmi. Kapalı kalan fobisi, belirsizlik ve kültürel farklı temalarını harmanlayan film izleyenleri adeta askıda bırakıyor.
Angela Vidal “Sen Uyurken” adlı televizyon programında çalışan bir muhabirdir. Bu programda ise gece çalışan insanların hayatı anlatılır. Bir gece Angela, itfaiyecilerle birlikte cinnet geçirdiği düşünülen bir kadının evine gider. Ancak kadının dairesinin bulunduğu apartmanda garip bir virüs vardır. Bu virüs ısırılan kişilere direkt olarak geçmekte ve onlara da kuduz virüsü bulaştırmaktadır.
Film vizyona girdikten kısa bir süre Hollywood uyarlaması da çekilmiştir. Ancak orijinal versiyonunun daha başarılı olduğu söylenebilir. Zira bu virüsün dinsel nedenlerle ortaya çıktığı gibi tez işlenmektedir. Bu açıdan ilginç ve görülmesi gereken bir filmdir [REC].
Todo sobre mi madre (Pedro Almodóvar, 1999)
Dilimize “Annem Hakkında Her Şey” olarak çevrilen bu filmde Manuela (Cecilia Roth) adlı hemşire oğlunun ölümünden sonra Barcelona’ya dönmektedir. Oğlunun organlarını bağışlayan kadının Madrid’den Barcelona’ya kadar olan yolculuğu esnasında Gaudi’nin olağanüstü mimari eserlerini, Barcelona’yı ve hayat kadını dünyasına şahit oluruz.
Film İspanyolların kültürel miraslarını ne kadar özenle koruyup yeni etkileşimleri gündelik hayatlarına nasıl entegre ettiklerini göstermesi bakımından çok başarılıdır.
Ana y los lobos (Carlos Saura, 1973)
İspanyol sinemasının en radikal ve en politik yönetmenlerinden biri şüphesiz Carlos Saura’dır.
Saura’nın “Ana ve Kurtlar” adlı bu filmi, yabancı bir dadı olan Ana’nın (Geraldine Chaplin), bir malikanede yaşayan anne ve üç oğlunu nasıl asimile ettiği konusuna odaklanır. Aile Franco rejimini, üç oğlun her biri de seks, askerlik ve din kavramlarını temsil eder. Annenin emriyle Ana’nın tecavüz edilip katledilmesi ise İspanyol siyasetine dair çarpıcı gözlemler içerir.
Listemizdeki filmlere kıyasla bir hayli ilginç olan bu filmi izlemenizi kesinlikle öneriyoruz.
Tristana (Luis Buñuel, 1970)
Bunuel bu filminde Tristana ve Don Lupe adlı iki karakterin fırtınalı aşkını ele alıyor. Yıllar geçtikçe masum Tristana daha gaddar bir kadın olurken bu durum Don Lupe’nin bencil ruhuna adeta iltifat gibi gelmektedir.
Din ve burjuvaziyi hedef alan bir diğer film olan Tristana İspanya’nın en iyi yabancı film dalında Oscar adayı olmasına rağmen bu ödüle sahip olamadı.
Tesis (Yönetmen: Alejandro Amenábar, 1996)
Kan ve şiddet İspanyol tarihinin ayrılmaz parçaları olmuştur maalesef. (Boğa güreşlerini düşünün.) Bu durum aynı zamanda yönetmen Alejandro Amenabar’ın ilk filmi Tesis’e (Tez) de sirayet etmiş durumdadır.
Filmde Angela (Ana Torrent) ölüm ve şiddet sahneleri hakkında bitirme tezi hazırlayan bir öğrencidir. Çevresindeki insanlar ölmeye başlayınca Angela da bir başkasının ölüm ve şiddet içeren filminde yer aldığını fark edecektir.
Şiddeti medyadaki temsili ve gerçek şiddet arasında muğlak çizgide duran bir sansasyonel film, İspanyol tarihinin özellikle gençlerin zihin dünyasını nasıl etkilediği konusunda önemli bir film.
Los Lunes al Sol (Fernando León de Aranoa, 2002)
Dilimize “Güneşli Pazartesiler” olarak çevrilen bu film bir limanda çalışan 5 arkadaşın, liman modernizasyonu nedeniyle işten çıkarılmaları ve işsizlikle başa çıkmalarını konu alıyor.
İşsizlik küresel bir sorun olduğu için işsiz insanların psikolojisini yansıtması bakımından filmi evrensel bir seyirci kitlesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yönetmen Fernando León de Aranoa da kolaya kaçıp didaktik bir üslup benimsemek yerine mevcut durumu göstermeyi tercih etmiş durumda. Yani işçilerin birleşip patronu alaşağı etmesi gibi ucuz hikayeler görmüyorsunuz bu filmde. Diğer bir ifadeyle filmde açık bir düşman işaret edilmemekte, evrensel bir insanlık durumu anlatılmaktadır.
Hem pazartesi günü ofiste tıkılı kalmak yerine vapurda güneşlenmek de işsizliğin bir başka boyutunu göstermesi bakımından bu filmi ironik durumlarla örülü bir dram kıvamına bürümektedir.
Marcelino pan y vino (Ladislao Vajda, 1955)
Marcelino pan y vino (Marcelino’nun Mucizesi) bu listedeki en nostaljik film olabilir. Öksüz bir çocuk olan Marcelino’nun bir manastırın çatı katında Hz. İsa’yı görüp konuşmasını konu alan filmde Marcelino İsa’dan ona annesini göstermesini ister ve… Devamını söylemeyelim, spoiler vermeyelim.
Filmin melodramatik yapısı ve dini teması filmi uluslararası çapta tanınır hale getirmiştir ve bu film İspanya’nın uluslararası piyasadaki en başarılı filmlerinden biri olmuştur.
Jamon, jamon (Bigas Luna, 1992)
Bigas Lunas’ın Jamon Jamon (Jambon) adlı filmi çağdaş İspanya’daki çatışan kimliklere dair bir filmdir. Silvia (Penelope Cruz) ve Jose Luis (Jordi Molla) ile aşk yaşamaktadır, ancak Jose Luis’in muhafazakar annesi bu evliliği onaylamamaktadır.
Jamon Jamon kültürel önyargıları ve kültürel beklentileri ince detaylarına kadar işleyen; seks, şiddet ve kan kokulu bir filmdir.
Bu arada Penelope Cruz’un şu anki hayat arkadaşı Javier Bardem’in de bu filmin kadrosunda yer aldığını belirtelim. Angelina Jolie – Brad Pitt ilişkisi kadar efsane bir ilişki olduğunu belirtmeliyiz Cruz-Bardem ilişkisinin de…
Hable con ella (Pedro Almodóvar, 2002)
Hable con ella (Talk to Her, Konuş Onunla) Almodovar’ın tüm yönetmenlik becerilerini sergilediği şahane bir filmdir. İki arkadaş olan Benigno ve Marco sinemada karşılaşırlar. Daha sonra Benigno’nun çalıştığı hastanede buluşurlar. Marco’nun kız arkadaşı Lydia ise boğa güreşçisi olması nedeniyle geçirdiği bir kaza sonucu komaya girmiştir. Benigno ise hastanede yine bir başka koma halindeki balet Alicia’ya bakmaktadır. Dört kişinin hayatı geçmiş, şimdi ve gelecek arasında sürüklenmekte ve onları belirsiz bir yazgıya doğru götürmektedir.
Dostluk, sevgi, iletişim, yalınlık gibi temaların işlendiği bu filmi tek solukta izleyebilir, izledikten sonra ise ruhsal bir arınma yaşadığınızı hissedebilirsiniz.
Muerte de un ciclista (Juan Antonio Bardem, 1955)
1955 yılında Juan Antonia Bardem, Salamanca Meclisi’nde İspanyol sinemasının durumunu tartıştı. Temel savı, İspanyol filmlerinin İspanya’daki gerçek yaşamı doğru yansıtmadığı yönündeydi. Bu neden Bardem, İtalyan neo-gerçekçiliğini tavsiye ediyor ve bu yönde filmler yapılmasını istiyordu.
Muerte de un ciclista (Bisikletçinin Ölümü) de bu yönde çekilen bir film. İki talihsiz aşığın yanlışlık bir bisikletçiyi öldürmelerini konu alan film, farklı türler arasında gezintiler yaparak melodrama, neo-gerçekçilik ve macera gibi türlerden faydalanıyor ve ayrıca elitist burjuva toplumuna ağır eleştiriler yöneltiyor.
Bienvenido Mr. Marshall (Luis Garcia Berlanga, 1953)
Franco rejiminin ilk yıllarında çekilen bu film, kültürel sömürü kavramı etrafında geçiyor. Marshall planı kapsamında fon sağlamak için ufak bir İspanyol köyüne gelen Amerikalı memurların gönlünü fethetmek için basmakalıp İspanyol davranışları sergileyen köylülerin hikayesini anlatan filmde globalleşmeden etkilenmemiş saf kültür kavramı da ele alınmaktadır. Amerikan rüyası ve İspanyol gerçekleri arasındaki diyalektik üzerine kurulu film, bilhassa dünya politika tarihine ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir film.
Cria Cuervos (Carlos Saura, 1976)
Saura’nın politik alegorileri Cria Cuervos ile zirveye ulaşmıştır. Filmde Ana adlı bir çocuğun annesinin öcünü almak için militarist babasını öldürmesi konu alınır. Yönetmenin şahane hikaye anlatımı sayesinde 70’ler İspanya’sını adeta kendi gözlerimizle görmüş oluruz bu filmde.
Filmin Türkçe adının “Yükselen Kuzgunlar” olduğunu da belirtelim. Bu ifade bir İspanyol atasözünden gelmektedir: “Yükselen kuzganlar gözünü oyar.”
Burada genç bir çocuğun babasını öldürmesi, yeni nesil İspanyollara gönderme olarak kullanılmıştır, zira İspanya’yı senelerce baskı rejimiyle yöneten Franco filmin çekildiği dönemde ölüm döşeğindedir. Yani bu film bir anlamda yeni İspanya’nın yükselişini simgelemektedir diyebiliriz.
El espiritu de la colmena (Victor Erice, 1973)
Ana Torrent’i sinema dünyasına kazandıran bu film (Arıkovanının Ruhu), İspanya sinemasının en değerli filmlerinden biri olarak bilinmektedir. Ana adındaki genç bir çocuk Frankenstein filminden o kadar etkilenmiştir ki bu canavarın aramak için yollara düşer. Yolda Franco’nun askerlerinden birine denk gelir ve bu yaralı askeri besleyip onunla ilgilenir.
Geniş ve devasa bir arazide geçen film, izleyenlere Wim Wenders’in Paris, Texas filmini anımsatır.